Karlar Erirken
Hep karların canlı olduğunu hayal etmişimdir. Üç beş günlük bir ömür sürüyorlar. Neresinden baksanız, kozasından yeni çıkmış kelebeklerin çoğundan, geceleri sokak lambalarının büyüsüne kapılan avare güvelerden, sirke sineklerinden ve pek çok mikroskobik canlıdan çok daha uzun yaşıyorlar. Üstelik kısacık hayatlarında, bir canlı hayatında ne görülürse hepsini görüyorlar.
İlkin gökyüzündeki bulut annelerinin karnında soğuk hava tarafından döllenecekleri ve bu sayede yoğuşup kristalleşecekleri anı bekliyorlar. Kilometrelerce yükseklikteki aşk hikayesinin meyveleri saniyeler içinde olgunlaşıp kendilerini annelerinin karnından aşağıya bırakıyorlar. Bunlar bebek kar taneleri ve bu yüzden onları, kısa hayatları boyunca en çok yağarken seyretmeyi seviyoruz, tıpkı diğer tüm canlıların en çok bebekliklerini seyretmeyi sevdiğimiz gibi. Yere düştükleri andan itibaren onları çetin bir hayat mücadelesi bekliyor.
Kuru ve emniyetli bir çatı kiremitine veya yüksek ve korunaklı bir ağacın dalına düşmüş olanlar, şanslı doğanlar...
Vızır vızır arabaların geçtiği caddedeki bir su birikintisine veya Nişantaşı, Beyoğlu gibi bir semtin her gün milyonlarca ayak tarafından çiğnenen kaldırımına düşenler ise doğarken ölmüşler...
Ardından yerdeki kar önce yarı saydam bir tül gibi sokakları ve çatıları örtüyor. Televizyonda okulların ertesi gün tatil edildiğini bildiren spikerin anonsu da tam bu dakikalara denk geliyor. Kaldırımlar, yollar, çatılar ve ağaçlar bir bir gözden kaybolup beyaz bir örtünün altına kendilerini gizlerken karlar büyüyüp serpiliyor.
Kardan adamlar yapıp kaderlerine terk ettiğimizde ve artık yeryüzümüzü kaplayan o soğuk, ıslak, beyaz şeyden bıktığımızda da karlar artık yaşlanmış oluyor. Onları gönderecek bir huzurevi olmadığı için, çıkacak ilk lodostan, açacak ilk güneşten medet umuyoruz. Ve onlar boynunu büküp, yüzünü döküp, rengini atarak hayatımızdan çekip giderken, vıcık vıcık olan kaldırımlardan ve geceleri buz tutan yollardan dem vurup onlara lanet ediyoruz.
İlkin gökyüzündeki bulut annelerinin karnında soğuk hava tarafından döllenecekleri ve bu sayede yoğuşup kristalleşecekleri anı bekliyorlar. Kilometrelerce yükseklikteki aşk hikayesinin meyveleri saniyeler içinde olgunlaşıp kendilerini annelerinin karnından aşağıya bırakıyorlar. Bunlar bebek kar taneleri ve bu yüzden onları, kısa hayatları boyunca en çok yağarken seyretmeyi seviyoruz, tıpkı diğer tüm canlıların en çok bebekliklerini seyretmeyi sevdiğimiz gibi. Yere düştükleri andan itibaren onları çetin bir hayat mücadelesi bekliyor.
Kuru ve emniyetli bir çatı kiremitine veya yüksek ve korunaklı bir ağacın dalına düşmüş olanlar, şanslı doğanlar...
Vızır vızır arabaların geçtiği caddedeki bir su birikintisine veya Nişantaşı, Beyoğlu gibi bir semtin her gün milyonlarca ayak tarafından çiğnenen kaldırımına düşenler ise doğarken ölmüşler...
Ardından yerdeki kar önce yarı saydam bir tül gibi sokakları ve çatıları örtüyor. Televizyonda okulların ertesi gün tatil edildiğini bildiren spikerin anonsu da tam bu dakikalara denk geliyor. Kaldırımlar, yollar, çatılar ve ağaçlar bir bir gözden kaybolup beyaz bir örtünün altına kendilerini gizlerken karlar büyüyüp serpiliyor.
Kardan adamlar yapıp kaderlerine terk ettiğimizde ve artık yeryüzümüzü kaplayan o soğuk, ıslak, beyaz şeyden bıktığımızda da karlar artık yaşlanmış oluyor. Onları gönderecek bir huzurevi olmadığı için, çıkacak ilk lodostan, açacak ilk güneşten medet umuyoruz. Ve onlar boynunu büküp, yüzünü döküp, rengini atarak hayatımızdan çekip giderken, vıcık vıcık olan kaldırımlardan ve geceleri buz tutan yollardan dem vurup onlara lanet ediyoruz.