Sunday, January 29, 2006

Karlar Erirken

Hep karların canlı olduğunu hayal etmişimdir. Üç beş günlük bir ömür sürüyorlar. Neresinden baksanız, kozasından yeni çıkmış kelebeklerin çoğundan, geceleri sokak lambalarının büyüsüne kapılan avare güvelerden, sirke sineklerinden ve pek çok mikroskobik canlıdan çok daha uzun yaşıyorlar. Üstelik kısacık hayatlarında, bir canlı hayatında ne görülürse hepsini görüyorlar.
İlkin gökyüzündeki bulut annelerinin karnında soğuk hava tarafından döllenecekleri ve bu sayede yoğuşup kristalleşecekleri anı bekliyorlar. Kilometrelerce yükseklikteki aşk hikayesinin meyveleri saniyeler içinde olgunlaşıp kendilerini annelerinin karnından aşağıya bırakıyorlar. Bunlar bebek kar taneleri ve bu yüzden onları, kısa hayatları boyunca en çok yağarken seyretmeyi seviyoruz, tıpkı diğer tüm canlıların en çok bebekliklerini seyretmeyi sevdiğimiz gibi. Yere düştükleri andan itibaren onları çetin bir hayat mücadelesi bekliyor.
Kuru ve emniyetli bir çatı kiremitine veya yüksek ve korunaklı bir ağacın dalına düşmüş olanlar, şanslı doğanlar...
Vızır vızır arabaların geçtiği caddedeki bir su birikintisine veya Nişantaşı, Beyoğlu gibi bir semtin her gün milyonlarca ayak tarafından çiğnenen kaldırımına düşenler ise doğarken ölmüşler...
Ardından yerdeki kar önce yarı saydam bir tül gibi sokakları ve çatıları örtüyor. Televizyonda okulların ertesi gün tatil edildiğini bildiren spikerin anonsu da tam bu dakikalara denk geliyor. Kaldırımlar, yollar, çatılar ve ağaçlar bir bir gözden kaybolup beyaz bir örtünün altına kendilerini gizlerken karlar büyüyüp serpiliyor.
Kardan adamlar yapıp kaderlerine terk ettiğimizde ve artık yeryüzümüzü kaplayan o soğuk, ıslak, beyaz şeyden bıktığımızda da karlar artık yaşlanmış oluyor. Onları gönderecek bir huzurevi olmadığı için, çıkacak ilk lodostan, açacak ilk güneşten medet umuyoruz. Ve onlar boynunu büküp, yüzünü döküp, rengini atarak hayatımızdan çekip giderken, vıcık vıcık olan kaldırımlardan ve geceleri buz tutan yollardan dem vurup onlara lanet ediyoruz.

Tuesday, January 24, 2006

Kış

İstanbul'un son yirmi yıl içinde gördüğü en şiddetli kış 1987 yılında yaşanırken ben İstanbul'da değildim. En hafif kışı bile, muhtemelen İstanbul'un en ağır kışlarından daha sert geçen, doğunun yeşil ve kayısılarından dolayı biraz da sarı şehri Malatya'daydım. Belki boyumuz henüz 1 metrenin biraz üzerindeydi ama yine de belimize kadar kar yağdığında bir tuhaf oluyordu içimiz. Kardeşimle birlikte çocuk ellerimizi pencerenin önündeki mermere dayayıp, çocuk alnımızı cama yaslayıp, çocuk aklımızla karı seyrederdik. Öyle tuhaf yağardı ki kar... Sanki gökten aşağıya kar taneleri düşmüyormuş da, kar taneleri havada sabitmiş, biz göğe doğru yükseliyormuşuz gibi gelirdi. Oralarda yağan kar, İstanbul'da yağan tuhaf, şekilsiz, ince ve rahatsız edici kara hiç benzemezdi. Kocaman kar taneleri pencerenin camına "lap" diye yapıştığında, eğer yakından bakarsanız, ilkokulda Baki Kurtuluş Ansiklopedisi'nde resmini gördüğümüz kar tanelerindeki dantel motiflerini rahatlıkla görebilirdiniz. Bilmiyorum, belki İstanbul'daki kar taneleri de aynıdır da artık onlara o kadar yakından bakmadığımız için göremiyoruzdur.
Zaten, bu trafik hengamesinde arabanın sileceği bir sağa bir sola vurup dururken, yere düşmemek için merdivenlerin demir korkuluklarına tutunurken, kar içimize girmesin diye atkıyı gözümüzün önüne kadar çektiğimizde, sabah evden çıkmadan önce televizyonda temsili kar taneleriyle tarif edilen hava durumunu seyrederken insan bakmıyor. Bakmayınca göremiyor... yerdeki ezilmemiş karın beyaz masumiyetinde çocukluğumuzun ayak izleri olduğunu; düşen her kar tanesini bir meleğin yere indirdiğini; yukarıdaki, kardan da beyaz bulutların bize sevgiyle gülümsediğini...