Monday, January 25, 2021

İnsan Neye Benzer?

Bir gün güle benzer; yaşlandıkça solar, soldukça neşesi hüzne döner. Bir gül, nehre benzer; uzadıkça baş edilmesi zorlaşır. Bir nehir insana benzer; sınırları içinde kalmalıdır, sınırlarını aşması felakettir. Bir insan ağaca benzer; yaşlandıkça kökleri uzar, kökleri ne kadar uzarsa dünyaya o kadar bağlanır. Bir ağaç yıldıza benzer; dünyaya tepeden baktıkça neşelenir. Bir yıldız ateşböceğine benzer; yalnızca geceleri fark edilir. Bir ateş böceği kalbe benzer; bir yanar, bir söner. Bir kalp cama benzer; kırıldığında etrafa yayılan parçalarının ıslak, tuzlu ve hıçkırıkla karışık sesini duyabilirsiniz. Cam insana benzer; ne kadar temizse fark edilmesi o kadar zordur. Bir insan sana benzer, bir insan bana benzer, bir insan, oyun bahçesinde üstü başı kirli, içi tertemiz küçük çocuğa benzer.

Bu çocuk çiçeğe benzer, bulunduğu yeri renklendirir. Bir çiçek müziğe benzer, sizi büyüleyebilir veya sizi zehirleyebilir. Müzik dağa benzer, tırmananları düyanın en yükseğine çıkarabilir. Bir dağ denize benzer, ne kadar uçsuz bucaksız görünüyorsa o kadar tehlikelidir. Deniz bülbüle benzer, sesinde huzur vardır. Bir bülbül insana benzer, acı çekmeden aşkın ne olduğunu anlayamaz. Bir insan sana benzer (etrafına bakma “sana” diyorum), bir başkasının yüzünde güller açar, bir diğeri ağlar. Oyun bahçesine her yaz gelişinde yüzü gülen büyük çocuğun içindeki küçük çocuğun suratı asılır. Çünkü her bir yazın onu istemediği halde biraz daha büyüteceğini bilir. Bu yazın tam ortasında büyük çocuğun doğum günü kutlanırken, küçük çocuk aslında bilir: İnsan doğduğunda ölmeye başlar.

Ölüm hava durumuna benzer; asla tahmin edemezsiniz. Yağmur gökten yavaş yavaş değil, hızla ve bağırarak düşer, “pıt” burnumun üzerine, “pıt” dökülen saçlarımı aşıp kafa derimin tam üzerine, yaprakların üzerine, çatıların, kuşların, kedilerin, köpeklerin ve toprağın üzerine, “pıt” düşer. Küçük çocuk yağmurda ıslanmayı sever, büyük çocuk şemsiyeyi her açışında içindeki sıkıntının bozuk havadan olduğunu düşünür, yüzü asık küçük çocuğu unutmuştur. Hafıza bir gül bahçesine benzer; renkli anıları solduğunda boş bir tarladan farkı kalmaz. Küçük çocuğu hafızası yaşatır, bir kokuyla içi ısınır, bir sesle tüyleri ürperir, bir görüntü filmi başa sarar; yıllar öncesine gider, kahkahalar yanaklarını acıtır, gözyaşlarının tuzunu dudaklarında hisseder, sanki dünmüş gibi. İçi burulur, anlar, geçmiş, sadece geçmişte yaşar.

       

Wednesday, February 15, 2006

.......

Bugün buraya sevmek ve sevilmek üzerine ağdalı bir şeyler yazmayı istemiştim. Fakat nedense, daha ilk satırı yazmaya başladığım anda bütün hevesim kaçtı. Sanırım yazılmaması gereken, yazıldığı zaman genellikle içsel duygular ifade eden ve başkasına bu yüzden sıkıcı gelen bir mevzu bu.
En ilginç bulduğum, kör çiftlerin birbirlerine olan aşkları. İnsan, hayatında hiç görmediği bir insanı nasıl sevebilir? Zannederim, sorunun kendisinin barındırdığı ikinci soru, aslında bu sorunun cevabını da veriyor: Görmek nedir?
O halde bu olay sadece görünen güzellikle ilgili olmasa gerek...
Garip bir şeyler var. "Ruh"un varlığını ispat eden, kanın damarındaki akışını kulaklarınla duyabilmeni sağlayan ve bazen gecenin yarısı terler içinde yataktan fırlatan şeyler...
Tam olarak ne olduklarını ben de bilemiyorum. Şekil itibariyle, karanlıkta bile zorlukla görülebilen küçük, şeffaf ışık küreleri gibi şeyler; havada uçarken, artları sıra lir ve flüt tınılarından bir müziğin kendilerine eşlik ettiği gizemli şeyler; insanların göğüs kafeslerinden içeri girip, damarlarına karışan, kalbe, mideye ve beyne sirayet edip hareketlerini tuhaflaştıran "simyevi" şeyler.
Bunlardan bir tanesini yakalarsam, resmini çekip, ibreti alem olsun diye buraya koyacağım. İşte şu, sayfanın başındaki "B" harfinin üzerine asacağım. Görsünler o zaman ne demek oluyormuş insanları birbirine sevdirmek!

Sunday, January 29, 2006

Karlar Erirken

Hep karların canlı olduğunu hayal etmişimdir. Üç beş günlük bir ömür sürüyorlar. Neresinden baksanız, kozasından yeni çıkmış kelebeklerin çoğundan, geceleri sokak lambalarının büyüsüne kapılan avare güvelerden, sirke sineklerinden ve pek çok mikroskobik canlıdan çok daha uzun yaşıyorlar. Üstelik kısacık hayatlarında, bir canlı hayatında ne görülürse hepsini görüyorlar.
İlkin gökyüzündeki bulut annelerinin karnında soğuk hava tarafından döllenecekleri ve bu sayede yoğuşup kristalleşecekleri anı bekliyorlar. Kilometrelerce yükseklikteki aşk hikayesinin meyveleri saniyeler içinde olgunlaşıp kendilerini annelerinin karnından aşağıya bırakıyorlar. Bunlar bebek kar taneleri ve bu yüzden onları, kısa hayatları boyunca en çok yağarken seyretmeyi seviyoruz, tıpkı diğer tüm canlıların en çok bebekliklerini seyretmeyi sevdiğimiz gibi. Yere düştükleri andan itibaren onları çetin bir hayat mücadelesi bekliyor.
Kuru ve emniyetli bir çatı kiremitine veya yüksek ve korunaklı bir ağacın dalına düşmüş olanlar, şanslı doğanlar...
Vızır vızır arabaların geçtiği caddedeki bir su birikintisine veya Nişantaşı, Beyoğlu gibi bir semtin her gün milyonlarca ayak tarafından çiğnenen kaldırımına düşenler ise doğarken ölmüşler...
Ardından yerdeki kar önce yarı saydam bir tül gibi sokakları ve çatıları örtüyor. Televizyonda okulların ertesi gün tatil edildiğini bildiren spikerin anonsu da tam bu dakikalara denk geliyor. Kaldırımlar, yollar, çatılar ve ağaçlar bir bir gözden kaybolup beyaz bir örtünün altına kendilerini gizlerken karlar büyüyüp serpiliyor.
Kardan adamlar yapıp kaderlerine terk ettiğimizde ve artık yeryüzümüzü kaplayan o soğuk, ıslak, beyaz şeyden bıktığımızda da karlar artık yaşlanmış oluyor. Onları gönderecek bir huzurevi olmadığı için, çıkacak ilk lodostan, açacak ilk güneşten medet umuyoruz. Ve onlar boynunu büküp, yüzünü döküp, rengini atarak hayatımızdan çekip giderken, vıcık vıcık olan kaldırımlardan ve geceleri buz tutan yollardan dem vurup onlara lanet ediyoruz.

Tuesday, January 24, 2006

Kış

İstanbul'un son yirmi yıl içinde gördüğü en şiddetli kış 1987 yılında yaşanırken ben İstanbul'da değildim. En hafif kışı bile, muhtemelen İstanbul'un en ağır kışlarından daha sert geçen, doğunun yeşil ve kayısılarından dolayı biraz da sarı şehri Malatya'daydım. Belki boyumuz henüz 1 metrenin biraz üzerindeydi ama yine de belimize kadar kar yağdığında bir tuhaf oluyordu içimiz. Kardeşimle birlikte çocuk ellerimizi pencerenin önündeki mermere dayayıp, çocuk alnımızı cama yaslayıp, çocuk aklımızla karı seyrederdik. Öyle tuhaf yağardı ki kar... Sanki gökten aşağıya kar taneleri düşmüyormuş da, kar taneleri havada sabitmiş, biz göğe doğru yükseliyormuşuz gibi gelirdi. Oralarda yağan kar, İstanbul'da yağan tuhaf, şekilsiz, ince ve rahatsız edici kara hiç benzemezdi. Kocaman kar taneleri pencerenin camına "lap" diye yapıştığında, eğer yakından bakarsanız, ilkokulda Baki Kurtuluş Ansiklopedisi'nde resmini gördüğümüz kar tanelerindeki dantel motiflerini rahatlıkla görebilirdiniz. Bilmiyorum, belki İstanbul'daki kar taneleri de aynıdır da artık onlara o kadar yakından bakmadığımız için göremiyoruzdur.
Zaten, bu trafik hengamesinde arabanın sileceği bir sağa bir sola vurup dururken, yere düşmemek için merdivenlerin demir korkuluklarına tutunurken, kar içimize girmesin diye atkıyı gözümüzün önüne kadar çektiğimizde, sabah evden çıkmadan önce televizyonda temsili kar taneleriyle tarif edilen hava durumunu seyrederken insan bakmıyor. Bakmayınca göremiyor... yerdeki ezilmemiş karın beyaz masumiyetinde çocukluğumuzun ayak izleri olduğunu; düşen her kar tanesini bir meleğin yere indirdiğini; yukarıdaki, kardan da beyaz bulutların bize sevgiyle gülümsediğini...

Monday, December 26, 2005

Yılbaşı Hazırlıkları

Bu üçüncü gün. İş yoğunluğu vesaireden dolayı, dakika farkıyla ikinci günü ıskalamış olduk.
Yılbaşı yaklaşıyor ve her yerde, herkeste bir yılbaşı telaşı aldı başını gidiyor. Alışveriş merkezlerinde durum çok vahim. Kadıköy Nautilus, bütün Rıhtım trafiğini her gün, özellikle de akşam saatlerinde felç ediyor. İçerenköy Carrefour'un bilmem kaç bin araç kapasiteli otoparkında hafta sonları yer bulmak mümkün değil. Capitol'ün daracık otoparkına girebilmek için ise yaklaşık yarım saat kuyrukta beklemek gerekiyor.
İnsanın bu manzara karşısında ekonominin gerçekten de düzeldiğine inanası geliyor... Enteresan.
Çalıştığım şirketin küçük plastik bir yılbaşı ağacı vardı. Bu ağacı her sene, adet olduğu üzere yılbaşına bir hafta kala üzere süsler, etrafına yanıp sönen ışıklardan asardık. Bu sene de hadi çıkaralım şu ağacı depodan, süsleyelim diye "sözüm ona plaza"nın deposuna bir girdik baktık ki, ağaç kayıp. Kim plastik bir ağacı, niye çalar? Atsan atılmaz, satsan satılmaz...

Bu sene Kurban bayramının da yılbaşına yakın olması sebebiyle tatili yılbaşıyla birleştirenler de oluyor. Şirketten bir arkadaşımız ailesiyle birlikte Kenya'ya safari yapmaya gidiyor. Kurban bayramında muhtemelen zebra kesecekler, bilemiyorum.
Benim şu an için planım yok, fakat muhtemelen PTT denilen şeyi yapacağım: Pijama Terlik Televizyon. Zaten başka türlüsü de beni açmıyor. İki kere yılbaşında çıkma gafletinde bulunup ikisinin de hüsranla sonuçlanmasının ardından artık doğru düşündüğüme inanıyorum:
1. Üniversite 3. Sınıfta, Taha'yla birlikte Taksim'e gidip, oturacak yer bulamayıp, midem bulanıp, The Marmara'nın yanındaki sokağa, sabahın beşinde kusup, o saatten sonra eve de gidemeyip, soğuk havadan korunmak için tinerci çocuklar gibi Yapı Kredi ATM'sine girip sızıp kaldığımız iğrenç yılbaşı... 2001
2. Üniversiteden mezun olduğum sene, arkadaşlarla "bari" Kadıköy'e bir ümitle gidip, boş tek bir yer bulamadıktan sonra, adını hatırlamadığım bir mobilyacının girişindeki soğuk mermer merdivenler üstünde oturup uyukladığımız saçma yılbaşı...2003
"Neden yer ayırtmıyordun?" derseniz, diyecek bir şeyim yok, sadece o zamanlar yer ayırtacak kadar param yoktu. Şimdiyse, normal bir zamanda harcayacağım paranın 4-5 mislini, 4-5 defa daha konforsuz mekanlarda sırf "yılbaşı"ymış diye harcamak mantıklı gelmiyor. Bu sene, mesela, arkadaşlarla sessiz film oynayabiliriz, ya da tabu, ya da şişe çevirmece, ya da başka bir şey... "Evim, sıcak evim" ortamlarında.

Saturday, December 24, 2005

İlk Gün

25 Aralık 2005'in ilk dakikalarında bu sayfayı yazmaya başladım. 25 Aralık'ın benim için tarihte hiçbir önemli yeri yoktu. Şöyle bir baktım, bugün tarihte neler olmuş diye, gördüm ki aslında epey de önemli bir günmüş:
  • Hıristiyanlar bugün İsa'nın doğumunu kutluyorlar.
  • Vasco da Gamma, Charles Chaplin ve İsmet İnönü bugün ölmüş. Ortak yanları ne olabilir ki? Ama bir saniye, bu adamların görünüşleri birbirlerine benzemiyor mu?



  • Isaac Newton ise bugün doğmuş... Yer çekiminin olmadığı bir dünyada yaşamak nasıl olurdu?
  • Gazi Antep düşman işgalinden kurtulmuş.
  • Uluslararası takvime başlangıç tarihi olarak bugün kabul edilmiş... Sanırım bir günlük tutmak için güzel bir gün...
Yarın yazmaya devam edeceğim...